Özgürlük ve Bağımsızlığımızın Teminatı Cumhuriyet
Cumhuriyet halk anlamına gelen Arapça kökenli cumhur kelimesinden türetilmiştir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde; milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi şeklinde tanımlanmıştır. Cumhuriyet yönetim sisteminde yasama ve yürütme güçlerini elinde bulunduran kurumların yani meclis ve hükümetin, halkın yaptığı bir seçimle işbaşına gelmesidir. Egemenliğin toplumun tümüne ait olduğu bu sistemde vatandaşlar, devlet yönetimine eşit olarak katılırlar. Devlet yönetimi vatandaşların ortak iradeleri doğrultusunda şekillenir.
Türk milletinin en önemli hasleti yani yaratılıştan gelen özelliği, bağımsızlık ve özgür yaşamdır. Bu özelliği nedeniyle de tarih boyunca başka bir milletin boyunduruğu altında kalmayı kabullenmeyerek kendi devlet yönetimlerini kurmuştur. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki Türk milletinin karakterine en uygun olan yönetim biçimi cumhuriyet yönetimidir. Ancak Türk milleti kişisel hak ve özgürlükleri ile yönetime eşit olarak katılma hakkına 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet rejiminin kabulü ile kavuşmuştur. Elbette ki bu hiç de kolay gerçekleşmemiştir. Atatürk’ün önderliğinde bin bir güçlüğe göğüs gerilerek girişilen Kurtuluş Savaşı neticesinde yurdu işgalden kurtararak bağımsızlığını tüm dünyaya kabul ettiren Türk milleti, demokratik haklarına da büyük önderin öngörü ve dirayeti sayesinde kabul edilen Cumhuriyet yönetim biçimi sayesinde kavuşmuştur. Atatürk’e göre cumhuriyet ahlaksal erdeme dayanan bir yönetimdir, dolayısıyla erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’a çıkarken tüm ülkenin geleceğiyle ilgili hedefleri zihninde şekillenmişti. Bu hedeflere adım adım planlı ve bilinçli bir şekilde, azim ve kararlılıkla ulaşmasını bilmiştir. Atatürk memleketin kurtuluşuyla ilgili aldığı kararı Nutuk’ta şu şekilde ifade etmiştir:
“…Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.
YA İSTİKLAL YA ÖLÜM
Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu: Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.
Yabancı bir devletin koruyup kolaycılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir! ...”
Atatürk egemenliğin ulusa ait olduğu fikrini, ilk olarak Kurtuluş Savaşı’nın temellerini atarken Amasya Tamiminde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” ifadesi ile dile getirmiştir. Yine bu fikir giderek daha belirgin bir hal alarak Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarında yer alan, “…İrade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır” ifadesi ile vurgulanmıştır. Bu ifade, Cumhuriyet rejiminin esasını oluşturmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, daha Erzurum’da Sivas Kongresi’nin hazırlıkları yapılırken yakın arkadaşı Mazhar Müfit’e zaferden sonra yapılacakları yazdırırken, hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını da belirtmiştir. Ancak bu fikrini uygun zaman gelene kadar saklı tutmuştur. Nitekim bu hususu Nutuk’ta şu şekilde belirtmiştir:
“Efendiler, Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği üzere bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki ayrı düşünce ve görüş, birbiriyle sürekli olarak çarpıştı. O düşüncelerden biri, saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu görüşün sahipleri belli idi. Diğer bir düşünce, saltanat rejimine son vererek Cumhuriyet rejimini kurmaktı. Bu bizim düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemeyi başlangıçta sakıncalı buluyorduk. Ancak, düşünce ve görüşlerimizi daha sonra zamanı geldiğinde uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının görüşlerini yavaş yavaş uygulama alanından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, özellikle Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için ısrar ediyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gerekli olmadığını söyleyerek, o tarafı geçiştirmekte yarar görüyorduk.
Devlet idaresini, Cumhuriyet'ten söz etmeksizin millî hâkimiyet ilkeleri çerçevesinde her an Cumhuriyet’e doğru yürüyen rejim etrafında yoğunlaştırmaya çalışıyorduk.
Büyük Millet Meclisi'nden daha büyük bir makam olmadığını telkinde ısrar ederek, saltanat ve hilafet makamları olmadan da devleti idare etmenin mümkün olacağını ispat etmek lazımdı…”
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilmişti. Artık sıra Türkiye’deki yeni devlet rejiminin Cumhuriyet olacağının açık şekilde belirlenmesine gelmişti. Mecliste, Fethi (Okyar) Bey’in Başkanlığındaki Bakanlar ve özellikle de Fethi Bey’in şahsına yönelik sataşma ve eleştirilerle Bakanlar Kurulu iş göremez hale getirilmişti. Ortaya çıkan hükümet krizi ile Atatürk, en baştan beri uygulamaya koymak için elverişli zamanı beklediği düşüncesini hayata geçirmek için beklediği fırsatı yakalamıştır. Atatürk’ün, Bakanlar Kurulu toplantısında Fethi Bey ve tüm Bakanların çekilmeleri zamanının geldiğini ve bunun gerekli olduğunu belirtmesi neticesinde 27 Ekim’de Bakanlar Kurulu görevden çekilmiştir.
28 Ekim 1923’te Atatürk, İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kazım Paşa (Özalp), Kemalettin Sami Paşa, Halit Paşa, Rize Mebusu Fuat ve Afyonkarahisar Mebusu Ruşen Eşref Beyi Çankaya’ya yemeğe davet etti. Bu yemek esnasında ertesi gün Cumhuriyet’i ilan edeceklerini açıkladı. Yemekte bulunanlar, derhal bu düşünceye katıldılar. Yemeği bırakarak hemen yapılacak işler için kısa bir program saptandı ve görevlendirmeler yapıldı. Atatürk Cumhuriyet’in ilanı ile ilgili kanun tasarısını İsmet Paşa ile birlikte hazırladıklarını Nutuk’ta şöyle anlatıyor:
“O gece birlikte olduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya'da misafirdi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsveddede 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) ’nun devlet şeklini tespit eden maddelerini şu şekilde değiştirmiştim: Birinci maddenin sonuna ‘Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli Cumhuriyettir’ cümlesini ekledim. Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim: ‘Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir.’”
Bundan başka Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun temel maddelerinden olan sekizinci ve dokuzuncu maddeleri de değiştirilerek ve açıklığa kavuşturularak kanun tasarısına son şekli verildi. Ertesi gün parti grubunda görüşülen önerge hemen arkasından Mecliste görüşüldü ve yasa birçok konuşmacının “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi. Meclis tarafından Cumhuriyet kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30'da verildi. On beş dakika sonra, yani 20.45'te Atatürk oy birliğiyle Cumhurbaşkanlığına seçildi. Durum, aynı gece bütün yurda bildirildi ve her tarafta gece yarısından sonra yüz bir pare top atılarak ilân edildi.
Cumhuriyetin ilânı ile “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” kuralı, artık devlet yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık olarak çiziliyordu.
Atatürk İnkılâplarının en büyüğü; millî egemenliğe dayalı, tam bağımsız, milli, çağdaş ve lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıdır. Saltanatın yerine getirilen Cumhuriyet yönetim biçimi Türk halkını kula kulluk etmekten kurtararak fert olma bilinci aşılamış, kişisel haklarının farkına varmasını sağlamıştır. Millet olma bilincinin oluşması da bu sayede gerçekleşmiştir. Kişisel hâkimiyet yerini, ulusun kendi kaderine hâkim olduğu ulusal egemenliğe bırakmıştır. Atatürk’ün deyimiyle, “yeni Türk devleti ‘şahıslar’ değil, ‘halk devletidir’. Milli egemenlik bütün kişisel yönetimlere karşıdır... Devletin başında tek bir kuvvet vardır o da millî egemenliktir”.
Milli karakterimize en uygun yönetim biçimi olarak Cumhuriyet yönetim şeklini belirleyerek, milletimizin kula kulluk etmek yerine kendi kaderine hâkim olmasını sağlayan ve milleti onuru, haysiyetiyle dimdik ayakta durabilecek, geleceğe güvenle bakabilecek bir duruma getiren Atatürk’e ve onunla bu istikamette omuz omuza yürüyen dava arkadaşlarına minnet ve şükran borçlu olduğumuzu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.
Atatürk ilke ve inkılâplarına olan sarsılmaz inancımız sayesinde gençlik dinamizmini kaybetmeyen bizler, onun emanetine sahip çıkarak Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etme azim ve kararlılığını şartlar ne olursa olsun devam ettirmeye mecburuz. Büyük zorluklar ve fedakarlıklar sonucu kavuşulan bu hakların korunması ve elde edilen yaşam sevincinin devamı için demokrasimize yani Cumhuriyet yönetim biçimimize sahip çıkarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşamasını sağlamak hepimizin görevidir.