Düşünebiliyor musunuz? Günümüzde ABD, dünyadaki yabancı askeri üslerin % 95'ine sahip bulunmaktadır. ABD tek başına 150'den fazla ülkede 1000'e yakın askeri üste, kendince tanımladığı “350 binin üzerinde askeri görev icra etmektedir”. Görev sayısına bir bakar mısınız? Bu üslerin içerisinde bulunduğu ülkede meşru olmayan muhalif (Kontra) silahlı grupları destekleyen üsler de mebzul miktarda var. Bu arada söyleyelim, ABD’nin bilim ve araştırma üssünü anlayabilirim de Antarktika da bile askeri üssü var. ABD’nin askeri üssü olmayan 43 şanslı ülkeyi de bu arada dikkatinize sunalım.
Bilirsiniz, evrende her bir şeyin, düzeni, yasası bir anlamda öğretisi bulunur. Bu şaşmaz bir düzendir. Öyle değil mi? Sevgili Okurlar. Hani hep söyleriz ya, kâinatın, dünyanın, doğanın, savaşın, -duygusal boyuta geçmek istemiyorum ama- aşkın bile kanunu vardır. Düzen buna göre işler, sistem buna göre salınır, çıkarımlar bu yasalara göre biçimlenir. Düzenli bir yaşamdan hiçbir zaman korkmamak gerekir. Çünkü düzen, disiplin her zaman düzensizlikten, karmaşadan daha iyidir. Hele bir de uyanık olmak, eskilerin deyimiyle müteyakkız olmak, dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı önceden hazırlıklı olmayı, caydırıcılığı da etkin kılar. Evrenin kanunu budur. Savaşın kanunu da tarafların kendilerini belli etmesi, duruşlarında bile bir simetri aranmasını zorunlu kılar. Kutuplaşmak, bir anlamda düzene bir ahenk, bir uyumluluk sağlar. İşte, iki kutuplu dünyanın iyiden iyiye belirginleştiği simetrik savaşın egemen olduğu dünya düzeni soğuk savaşın sonuna kadar böylece devam etmiş, dünya buna göre şekillenmiş, gelecek anlamlı bir biçimde karşılanabilmiştir.
Şimdi bütün bunlardan sonra anımsayalım soğuk savaş dönemini. Geleneksel tehdit merkezli ve büyük ölçüde caydırıcılığa dayanan askerî savunma doktrini, sistemin ayırıcı özelliğini oluşturuyordu. Peki, bunun istisnası, ya da delinmesi hiç mi olmamış mıydı? Hiç olmaz mı? Bunun en tipik örneklerinden birincisi, 1985 yılında İsrail’in Tunus’a; ikincisi de ABD’nin de 1986 yılında Libya’ya müdahalesiydi. Her ikisi de havadan yapılan saldırılardı. Aslına bakarsanız, bunlar hiçbir hukuk kodeksinde yeri olmayan devlet terörizminin dışa yansımasıydı. Hiçbir hukuk kuralını kaale almadan “ben yaptım oldu” açılımlarıydı, yapılanlar. Sadece bu kadarla kalınsa iyi. Soğuk Savaşın sonuna doğru, Pax-Americana’nın lideri Başkan Ronald Reagan(1981-89) “Yeni Dünya Düzeni” kapsamında bir başka düzensizliğin öncüsü, bir başka öğretinin de isim babası olmuştu. Onun döneminde uluslararası terörizm iddiasına ve demokrasi adına üçüncü dünya ülkelerindeki baskıcı rejimlere karşı mücadele eden gruplara yardım iddiasına dayanarak uluslararası politikada daha önce örneği görülmemiş “Kontralara Yardım” adıyla yeni bir doktrin geliştirmişti. Laboratuvar olarak da kendi arka bahçesini seçmişti, ABD.
Malum, 1979 yılında Nikaragua’da sağ Somoza rejimini devirerek iktidara gelen solcu Sandinista rejimi, El Salvador’daki rejim karşıtlarına yardımda bulunmakla suçlanıyordu. Başkan Reagan, Sandinista rejimine karşı olan silahlı gruplara askeri ve ekonomik yardımlarda bulunmayı öğreti haline getirmişti. Dünyanın karşılaştığı bu ilginç yeni durum, Uluslararası Adalet Divanı’na taşındı. Nikaragua ABD aleyhine açtığı davada ABD’nin kuvvet kullanımını bir an önce bırakarak ihlalleri nedeniyle Birleşmiş Milletler Antlaşması’na göre “meşru müdafaa hakkı” tazminat ödemesini talep etti. ABD ise, fiillerini “müşterek meşru müdafaa hakkı”na dayandırıyordu. Dünyanın Jandarmasıydı ya, ‘sümme haşa!” sanki bu görev kendisine Tanrı tarafından verilmişti. Meşru müdafaa ve kimi unsurlarıyla ilgili emsal teşkil eden bu davada Uluslararası Adalet Divanı, ABD’nin muhalif (kontra) grupları eğiterek, destekleyerek ve bunlara yardım ederek Nikaragua Cumhuriyeti’ne karşı iç işlerine karışmama yükümlülüğünü; kuvvet kullanımı içeren müdahalelerde bulunarak kuvvet kullanmama yükümlülüğünü ihlal ettiğine karar verdi. Şimdi de durum aynı değil mi? Sevgili Okurlar. ABD, NATO’yu da arkasına alarak, “Suriye PeKaKa”’sına aynı şeyleri yapmıyor mu? Suriye PeKaKa’sına Suriye Demokratik Güçleri, elemanlarına özgürlük savaşçıları demiyor mu?
Uluslararası Adalet Divanı, aynı zamanda El Salvador (ve Kosta Rika ile Honduras) herhangi bir yardım çağırısında bulunmadığı için de, ABD’nin müşterek meşru müdafaa savunması kabul bile edilmemişti. RF lideri şimdilerde cılız bir biçimde söylediği gibi, ABD güçlerinin çağrılı bir kuvvet olmadığını dillendirmektedir. Dolayısıyla Divan’a göre, ABD’nin müşterek meşru müdafaa iddiasıyla gerçekleştirdiği fiiller hukuka aykırı bulunmuştu.
Gelin şimdi, biraz da İsrail’e bakalım mı? Anımsayalım Üçüncü Dünyacılığının sarsılmaz lideri büyük bir denge figürü Yugoslavya’yı bir bütün haline getirmiş Tito’nun 1980 yılında ölümü fütursuzluğun da önünün açılmasına neden olmuştu. Oysa Tito, Sırp’la, Hırvat’ı, Makedon’la Arnavut’u, Boşnak’la, diğer Bosnalı etnik grupları kapı komşuları haline getirebilmiş, modüler, ayrımsal kültürü dünyayı örnek bir model olarak sunmuştu. Ama kendisinden sonra tüm toplumlar birbirlerinin boğazlarına sarılmış, Ruanda, Serebrenitza, soykırımları birbiri peşi sıra insanlık suçlarını işlemişlerdi, hem de birlikte yaşadıkları aynı dili konuşan, aynı soydan geldikleri dinleri farklı diğer gruba karşı.
Tito ölünce fütursuzca müdahalenin de birden bire önü açılmıştı. Nasıl mı? Mesela 1981 yılının 7 Haziran'ında Tel Aviv’in doğusundaki Negev çölündeki üslerinden havalanan İsrail Hava Kuvvetlerine ait uçaklar Bağdat’ın 20 kilometre güneydoğusundaki Osirak nükleer deneme reaktörüne saldırmışlardı. Sekiz F-16 uçağının aktif rol aldığı ve sadece 80 saniye süren saldırıda reaktör tamamen imha edilmiş ve tesisin üzerine binlerce ton bomba bırakılmıştı. Tel Aviv, dünyaya nazire yaparcasına saldırıya “Opera Operasyonu” adını vermiş, saldırı “Bağdat üzerinde iki dakika” şeklinde Irak’ta korku dolu bir mite dönüştürülmüştü. Peki ya sonra birçok ihlal var da… Akılda kalanları anımsayalım.
1985 yılında kanlı müdahale sonrası İsrail'in Lübnan'ı işgal etmesinin ardından, 1982-1994 yılları arasında Tunus'ta kalan “El Feth Hareketi”nin lideri Yaser Arafat, Oslo Anlaşması'yla ancak Filistin'e dönebilmişti. Tunus'ta sürgünde kaldığı dönem boyunca İsrail, Arafat'ı öldürmeye çalışmış, 1985 yılında Tunus'a giren İsrail ordusu, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün bürolarını hedef almış, birçok Filistinli ve Tunusluyu etkisiz hale getirmişti.
Gelelim ikinci örneğe. Malum, Nisan 1986’da Batı Berlin’de ABD subaylarıyla dolu bir gece kulübünde meydana gelen patlamada Saldırılar 37 kişinin ölümüne, 93 kişinin de yaralanmasına neden olmuştu. ABD, BM’nin ünlü “meşru müdafaa” 51. maddesini neden göstererek Trablus’a bir hava saldırısında bulunmuştu. Saldırıda sivil hedeflerin yanı sıra Fransa, Avusturya, Finlandiya ve Romanya Büyükelçilikleri ile İsveç Büyükelçisi’nin ikametgâhı da zarar görmüştü. Bu arada ,-söyleyelim patlamada diskotekte bulunan bir Türk kızı da ölmüş, ama onun esamesi bile okunmamıştı. Daha sonra da dünya kamuoyu ABD’nin yapmış olduğu hava saldırısının yasal bir meşru müdafaa eylemi olmayabileceği konusu uluslararası hukuk çevrelerini epeyi meşgul etmişti. ABD bunun örnek alınabilecek tipik bir meşru müdafaa biçiminde cereyan etmiş olmasını ileri sürmüştü. Bu iddia büyük ölçüde reddedilmiş ve ayrıca çok sayıda hükümet Libya’ya yapılan saldırının meşru müdafaanın “gereklilik ve ölçülülük” gereklerini karşılayıp karşılayamadığı konusundaki kuşkularını dile getirmesine neden olmuştu. İsrail de buna benzer bir yolun açılmasını ortaya koymaya çalışmıştı. Bu bağlamda, Tunus’taki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) karargâhına düzenlediği taarruzun meşru müdafaa kapsamına girdiğini iddia etmişti. BM eylemi kınarken, ABD, alışılmadık bir biçimde kararı veto etmek yerine çekimser kalmayı yeğlemişti. ABD Ortadoğu’nun şımarık çocuğu İsrail’in arkasında yer alma klasik rolünü fütursuzca sürdürmüştü.
İki kutuplu dünyanın ötekisi durumundaki, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası asimetrik tehdidin küresel temelde yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte “tek taraflı olasılık merkezli müdahale” sürecinin de önü açılmıştır. Böylece “savunmada önleme stratejisi” (prevention)’ nden, “saldırıda ön alma (preemption)”’ya geçilmiştir. Öyle koşullar ve parametreler oluşsun beklenilsin, bir evrimsel süreci devam ettirelim, beklenmemiştir. Doğrudan doğruya saldırıya geçilmiştir. Soğuk savaşın galibi ABD savaş sonrası züccaciye dükkânında yürüyen fil misali, savaşın ganimetlerini toplamaya çalışarak, bodoslama Afrika’ya daldı. Sovyet bloğunun çöküşünden sonra ABD’nin tek başına küresel süper güç olarak kalmış ve kendilerince “Tarihin Sonunu” bile getirmişlerdi. Bu amaca ulaşmak için çok büyük miktarda hammaddeye sahip olan Afrika’da hegemonik bir konum edinilmesi büyük bir amaç olarak belirlenmişti. Önce petrol olduğunu yeni keşfettiği Afrika Boynuzu, Somali’yi denemişti. ABD ve işbirlikçilerinin 8 Aralık 1992'de açlık sorununu çözmek bahanesiyle BM'den çıkarmış olduğu karar doğrultusunda yayılmacı güçlerin müdahale edilebilirlik kapsamında savaş ağalarının ülkesi haline getirdiği Somali'ye UNUSOM (Birleşmiş Milletler Umudun Yeniden Tesisi Operasyonu) ile güya Umut’un Sesi olmayı denemiş, Barış Gücü olarak boy göstermiş, ama başarısız olmuştur. Oysa çıkarmış olduğu BM kararı doğrultusundaki Barış Gücü'nün amacı, Somali'ye gelen yardımların güvenli şekilde dağıtımını sağlamaktı.
Hele ki, 18 yıl önce El Kaide lideri Usame bin Ladin tarafından yönetilen, 19 saldırganın kaçırdıkları 4 uçakla 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaptığı intihar saldırıları oğul Bush’un da elini güçlendirdiği gibi, ABD’nin bir anlamda dünya kamuoyunun da örtülü desteğini alarak tek taraflı doğrudan müdahale olanak ve yeteneğini kullanılmasının yolunu açmıştır.
Önce SB’nin bırakmış olduğu Afganistan, sonra da Afrika’nın kuzeyinden bu sefer NATO’yu kullanarak tekrardan Libya’ya daldı. Ama perde arkasında ABD, mutlaka Libya’dan bir pencere açmak Afrika’ya girmenin yollarını aramaktaydı. SSCB’nin ama aslında RF’nin Afganistan’daki müdahalesinde Moskova’da KGB figürü Babrak Karmal gibi şimdilerde Libya liderliğine oynayan sıradan kontracı bir CIA karakteri General Hafter de CIA merkezine yakın Virginia-Langley’de sürgün evinden Libya lideri Kaddafi’yi devirmeye çalışmıştı. Burada üzülerek ifade etmek gerekir ki, Batı, Arap Baharı ve NATO’nun müdahalesiyle, Afrika’nın Lideri Albay Muammer Kaddafi sadece alaşağı edilmekle kalmamış, onu linç ettirmesini de bilmişti.
Efendim neden Libya? bütün bunların nedeni açık, Libya’nın arkası Afrika olduğu için, Akdeniz’de kıyısı olduğu için, fosil yakıt ve doğal kaynaklara sahip olduğu için, kolaylıkla müdahale edilebilir Samuel Phillips Huntington'ın deyimiyle “torn country” olduğu için. Tekraren söyleyelim, Pekin, Moskova ve Ankara’nın bu kıtadaki mevcudiyetleri içlerine hazmedemiyorlar. Bu arada söyleyelim, dünyada bir numara olan, 80 dönümlük bir arazi üzerine 65 milyon ABD dolarına inşa edilen, Türkiye’nin Mogadişu Büyükelçiliği Külliyesini ise içlerine sindirmeleri hepten imkansız.
Efendim uzun lafın kısası, Washington Libya’yı, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin merkezi şu an Almanya-Stuttgart’ta bulunan Afrika Komutanlığı’nın üssü haline getirmek istiyor, buradan Afrika’ya uzanmak istiyor. İşte bütün mesele bu. Çin’in, RF’nın Afrika’da söz sahibi olması ve de Türkiye’nin Libya’yla safları sıklaştırması kesinlikle istenilmiyor. Koskoca kıtaya kaotik bir ortam hâkim olsun isteniliyor. Huzur, sükûn, istikrar hele ki denge hiç istenir mi? Yayılmacı güçler bu ortamda at oynatamazlar da ondan, benden söylemesi Bundan sonra, “hiç kimse Türkiye'yi hesaba katmadan at oynatamaz” sevgili okurlar.